Sereta

Başlangıç » sereta tarafından yazılan makaleler

Yazar arşivleri: sereta

Türk Kızı Elif

Aramızda hep anlaşılmaz bir dargınlık var. Ben yaklaştıkça Elif kaçıyor, ben durdukça Elif’de duruyordu. Bir papatya çiceğinin falı gibi, seviyormuydu? Sevmiyormuydu? Sanki biraz umut var gibiydi, yada bana öyle geliyordu…

Yaşı henüz 23’tü almancı türk kızının, belki bana göre biraz çocuktu, ama her geçen gün gözlerimin önünde biraz daha büyüyordu. Yada ben onu büyütüyordum gözlerimde.

Bir yandanda kalbimi sıkıştıran bir korku! Yanında hiç görmediğim, ama gözlerinde gölgesini gördüğüm bir adam, belki bir ensesi kalın, belki genç bir Alman.

Açık kahve tonun ağır bastığı renkli gözleri var, ceylan gözlü diyorum ben ona, kızıyo bazan bazanda gülüp geçiyo “Allahım ya!” Hep böyle der Elif “Allahım ya!” Bugünde uzun sarı saçlarını topuz yapmıştı, ince dudaklarının üzerine de kırmızı ruj, öyle güzel bir resimdi ki kalbim göğsüme sığmıyordu, nasılda yakışmıştı nur gibi beyaz yüzüne.

Aklım durmuş, dalmışım öyle. “Helo !”  Almanya Almanya olalı böyle güzel gördümü acaba? İkinci adıda Nur’muş zaten Elif Nur  “Helo !” Başım mobese kamerası gibi sol omuzumdan sağ omuzuma kadar dönüyor o tezgahın önünden geçerken, sonra dönüp bana doğru bakıyor, “Uyuma müşteriye bak” diyor gülümseyerek. Kırmızı ince dudakları daha bi güzel oluyo gülümseyince, “Helo !” diyor kadıncağızın biri bikez daha, kim bilir nezamandan beri sesini bana duyurmaya çalışıyor, oysa ben Elifi seyrederken başka birşey görmüyorum duymuyorum.

Mesai bitti artık…

Tren istasyonuna gitmeden önceki son sigaramı çekiyorum çalıştığımız türk marketinin arka kapısında, sigara bahane aslında maksat onu görmek, vaktin varsa birer kahve içelim diyeceğim, belki yine bir bahene bulacak inatcı kız, nede olsa hamurunda karadenizin mayası var.

Bugün olmazsada yarın, arkadaşça derim, Elif dondurmayı sever “Cafe Barcelona’nın” çilekli dondurması çok güzelmiş sende çilek gibisin ya derim, Türk usulü severim yani. Gerçi Almanyada doğup büyümüş işe yararmı bilmiyorum, ben beceremem zaten Alman usulü sevmeyi, ama arada du bist şön diyorum ona güzelsin demekmiş, öyle yada böyle ikna ederim işte.

Derken onun sesini duyuyorum. “Sen gitmiyormusun hâlâ? ” diye soruyor, dönüp bakıyorum, kapının eşiğinde duruyor biraz beride; açmış topuzunu uzun sarı saçları beline kadar düşmüş, yürüyor dibime kadar sokuluyor. “Ne bekliyorsun? ” Rüzgar bir tutam saçını ağzına üflüyor, tutuluyorum SENİ diyemiyorum, bir baş hareketiyle saçlarını geriye doğru atıyor, anlamsız bişeyler mırıldanıyorum  “Allahım ya cevap bile vermiyor ” iki tel saç kalıyor dudaklarının üstünde, az önce planladığım herşeyi unutuyorum bu manzara karşısında  “Cafe Barcelonayı” çilekli dondurmayı ve  du bist şön’ü herşeyi, donup kalıyorum öylece  “Neyse gitmem lazım” diyor “cüzz ” ve arkasını dönüp yürümeye başlıyor hızlı adımlarla, yanında herşeyi alıp götürüyor, rüzgarı, saçlarını hatta dudaklarının üstünde kalan iki teli bile, belki kol çantasının içinde, belkide  incecik boynunda asılı duran “N” harfli kolyesinde, bir ben kalıyorum oracıkta ama benden geriye kalanlar, bütün gün kurduğum hayallerimide  kendisiyle götürüyor, sadece gözlerimi bırakıyor döndüğü sokağın köşesinde.

Böyle bir anın ardından eve gidemezdim duvarlar üzerime yürürdü. Elif’i Oberhausende yitirdikten sonra tren istasyonuna kadar yürümüş, sıradaki trene binerek Duisburgda bir türk cafesine gitmiştim, oysaki yolumun üzerinde bile değildi, o gece kimlik kontrolü için polisler cafeye baskın yaptı, Almanyada kaçak kaldığım için Türkiyeye sınırdışı edildim. Ogün Elif’i son görüşümdü.

Murat Çankaya

Bakü’nün arka yüzü

 

indir

Hazarın incisi, petrol ve doğalgaz zengini  Bakü’nün gizlenen fakirliği…

Azerbaycanlıların deyişiyle Bakı, azericede “küley”, yani rüzgar anlamına geliyor. Bu adı almasının nedeni rüzgarı bol ve sert esmesinden. Şehre adını veren rüzgarların bu denli yoğun ve sert olmasının sebebi, şehrin konumunun Hazar denizinin içlerine doğru kartalburnu şeklinde uzanan bir yarım ada olması. Öyleki  çoğu zaman rüzgarın şiddetinden sokakta yürüyemez hale gelirsiniz, bazı anlarda vardır ki eğer açıkta yakalandıysanız bu rüzgarlara, abartbadan söylüyorum savrulup yere yıkılmamak için bir sokak direğine yada otobüs durağına sarılıp şiddetinin azalmasını beklemek zorunda kalıyorsunuz. Heleki yağmur ile birlik olmuşsa yada topraklı bir zeminde yürüyorsanız sanki bir tüfekten yüzünüze saçma sıkılıyormuş gibi canınızı acıtabiliyor. Bakülüler alışkınlar bu duruma, ama şehre yeni gelenler için tam bir işkence. Yüksek katlı binalarda da 5 şiddetinde deprem etkisi yaşıyorsunuz sıkça, özelliklede sahile yakın açık bölgelerde kalan devasa binaları beşik gibi sallayacak güçte ve gürültülü, ilk günlerde çok tedirgin oluyordum, ama bende alıştım sonraları, kaldığım bina sovyet döneminden kalma eski bir binaydı, gerçi eski sovyet binaları yenilerinden daha sağlam oluyormuş, top atsan yıkılmaz tarzdan yani, şimdiki gösterişli modern binalar bile yanlarında ahşap yapı gibi kalıyormuş. Sonra yıktılar o binayı, Azerbaycan 2011 de “Eurovision” şarkı yarışmasını kazanmasının ardından, bir sonraki yarışmanın Bakü’de yapılması hakkını elde etmişti, devlet hiç zaman kaybetmeden sahil boyundaki sıralı binaları ve aynı bölgedeki geniş bir alanı boşaltırarak yıktırmış yerine yarışmanın yapılacağı arena, oteller, lüks spor ve eğlence kompleksleri, görkemli binalar, geniş yollar inşaa etmiş, daha modern caddeler oluşturmuştu. Bende o sırada taşınmak zorunda kalmıştım yaşadığım apartman dairesinden. Bir sene sonra uğradığımda bambaşka bir sahil ile karşılaşmıştım, eski hiçbir şeyden eser kalmamıştı.

Bir sene içinde geniş bir bölgede yapılan büyük dönüşümün çok yüksek meblalara mal olduğunu duydum, nihayetinde petrol zengini bir ülke Azerbaycan, neye mal olursa olsun devlete dokunmaz, ama halk bu durumdan çok hoşnut değil. “Dövlet başcıları neft pulunu (petrol parasını) lüzumsuz işlere harclıyir,cemat acından qırılır” diyorlar. Zaten “Eurovision” yarışmasınıda şehri Dünya’ya tanıtabilmek için büyük rüşvetler karşılığında kazandırdıklarına inanıyorlar, yani hak etmedikleri bir zafer olduğunu söylüyorlar.

Bakü şehir merkezi ihtihşamı, özelliklede gece ışıklandırmalarıyla hayaller şehrini andıran bir görünümde, Avrupanın dahi pek çok şehrini geride bırakıyor ilk bakışta. İnternette dolaşan fotoğrafları kart postaları andırıyor, Baküye hiç gitmeden bu fotoğraflarda gören pek çok insanın hayallerini süsleyen bir şehir, burada yaşayan halkı kendilerinden daha şanslı görüyor pek çokları, ama işin asıl yüzü öyle değil. Fiyakalı temiz bir yüzle kaplanmış eski püskü bir defter misali aslında Bakü. Ana caddeler üzerinde sıralanan asırlık binalara yeni tasarım dış cephe kaplamalar ve eklenilmiş ışıklandırmalar ile modern görünüm vermeye çalışmışlar, halbuki böyle bir caddeden saptığınız herhangi bir sokakta görecekleriniz pis kokulu harebe binalar,kötü yollar ve çöp yığınları olacaktır. Tabii bütün bu ihtihşamın gerçek payı yok değil, ama belli noktalar ile sınırlı. Halkını ve Azerbaycanın bütününü kapsamıyor. Bakünün dışına çıktığınızda ise daha başka bir dünya var, arabanızı sürebileceğiniz sağlıklı bir yol bile bulamazsınız.

Dokuz milyon olan Azerbaycan nüfusunun beş milyondan fazlası bu şehirde yaşıyor. geniş düzlük bir alana kurulmuş, yokuşları yok denecek kadar az. “Kara altın” zengini bir şehir, kazmayı vurduğunuz yerden petrol fışkırıyor, halihazırda şehrin muhtelif bölgelerinde faliyet gösteren yüzlerce petrol kuyusu var, evden işe giderken bile karşılaşacağınız türden bir manzara petrol kuyusu görmek. En çok petrolüde Hazar denizinden çıkarıyorlar, uçakla Haydar Aliyev havalimanına inerken dönüşünü denizin üzerinden tamamlar, havada iken denizin bir bölümünde kıyıdan ortalara doğru uzanan petrol yağı ile kaplanmış tabakasını rahatlıkla görebilirsiniz.

Avrupaya 100 yıl yetecek petrol ve doğalgaz rezervine sahipmiş Azerbaycan, bu pazardan büyük paralar kazanıyorlar. Ama bu paydan deyim yerindeyse halka zırnık bile koklatmıyorlar. Zengin ve fakir arasında büyük bir uçurum var, pastayı devletin başındaki bir kaç kişi ve çevresindekiler bölüşüyor, enflasyona göre gelir seviyesi çok düşük sıradan bir Bakü’lü işçi, en az 350-400 manat kira ödenilen bu şehirde 500 ila 900 manat arasında maaş ile geçinmeye çalışıyor. Bankalara borçu olmayan neredeyse tek kişi yok, Geçinemeyenler ise göstermelik hayaller şehrini terk edip Rusya ve Türkiye gibi ülkelere çalışmaya gidiyorlar.

Murat Çankaya

 

Sivas sorgusu

finished-poster-murat-ankaya-1997 (1)

Koridorda sağa sola çarparak yürüyen muavinin ayak seslerine uyandı Mustafa,başını cam kenarlığına dayamış,gözlerinide hala açmamıştı.Soğuğun iliklerine kadar işlediği bedenini ısıtmak için kendine sarılmış haldeydi.Kaptan cimrilik yapıp klimayı kısık ayarda çalıştırdığı için yolculuk boyunca tek damla uyku uyuyamamıştı,sonra yolcular şikayetlenip söylenince ayarı biraz daha yükseltmiş otobüsün içi bi nebze olsun ısınmaya başlamıştı, bu sayede tamda yeni yeni uykuya dalıyorken şimdide mola verecekti galiba.

Işıklarla birlikte açtı gözlerini, otobüs yavaşlayarak cinpolat dinlenme tesislerine doğru yolunu değiştirmiş yolcularda hareketlilik başlamıştı bile,sonra o bilindik anons yapıldı, “değerli yolcularımız yarım saat yemek ve ihtiyaç molası… ”
İshak’ta yeni açtı gözlerini ,
– “Saat kaç” diye sordu yattığı yerden Mustafaya
–  1:30
-İki bardak çaya paramız varmı?
– Var! dedi Mustafa
– İyi ozaman içimiz ısınır biraz, bendede bir kaç dal sigara kaldı” …

Yolculuğunun sekizinci saati dolmuştu Doğubeyazıd yönünden Kayseri yönüne gitmekte olan yolcu otobüsünün.

Eve dönüş yolculuğunda genelde mutlu ve heyacanlı olunurdu, ama bu defa böyle değildi!

İki yolcu hayaller kurarak çıktıkları umut yolculuğundan hayal kırıklığı içinde geri dönüyorlardı.

Kurtulmak için arkalarında bıraktıkları geçim sıkıntıları oldukları yerde ve büyümüş halde iki arkadaşı bekliyordu.
Zaten bu yüzden örgüt üzerinden Avrupaya gitmek için evlerinden kaçmışlardı.

Mustafa ve İshak kaderleri birbirine benzeyen iki yakın arkadaştı, ikiside babaları tarafından terk edilmiş ,ergen yaşta ailelelerinin geçim sıkıntıları omuzlarına binmişti.

Daha çok para kazanmak, bu fukara hayattan kurtulmak için başka çareleride yoktu, kafalarına çok yatmasada örgüt üzerinden Avrupaya gidenlerin olduğunu duymuşlardı. Bunun içinde Doğubeyazıd’a giderek  Kayseride sezonluk işçiyken tanıştıkları Kek Omar’dan yardım istemişler, oda böyle bişeyin mümkün olmadığını, çok riskli olduğunu onları böyle bir riskin içine sokamayacağını, annelerinin ve kardeşlerinin kendilerine ihtiyaçları olduklarını söylemiş, evinde iki gün misafir ettikten sonra otobüs biletlerini alarak tekrar memleketlerine yolcu etmişti.

Mustafa cebinde ki son bozuklukları iki bardak sıçak çay için kasada oturan tesis’in asık suratlı yaşlı sahibine uzattı.
-iki çay istiyoruz dedi çekingen bir tavırla,
Başı önüne eğik halde gece hasılatını sayan yaşlı adam, kaşlarını kaldırarak Mustafayı süzdükten sonra başıyla biraz öteyi işaret ederek,
-Bekle orda verecekler dedi azarlarcasına.
Canı sıkılmış  üzülmüştü Mustafa,

durduk yere neden azarlamıştıki şimdi bu kaba adam?

Yemek yiyecek paramız yok ne yapalım sadece çay alabiliyoruz dedi kendi içinden.

Az sonra dışarıda bi karmaşanın olduğu sezildi,dışardan içeri girenler içerdeki tanıdıklarına bişeyler söylüyor,içerden bazıları dışarı çıkıyor neler olduğuna bakmaya çalışıyorlardı.

Herkes birşeyler söyleniyordu…

Dışarısı polis doluşmuş Ağrı’dan gelen bir otobüs’ün içinde genç birini yakaladıklarını,buralarda teröristlerin dolandıklarını konuşuyorlardı.
İki arkadaşta merak etmiş  dışarı çıkıp bakmak istemiş sonrada vazgeçmişlerdi.
Oturdukları masada son paraları ile aldıkları iki bardak çaylarından henüz iki fırt yudumlamışlardıki bir polis yanlarına gelip durdu.
– Yerlerinizden yavaşça kalkarak dışarıya doğru yürüyün “dedi,eli belindeki silahının üzerinde duruyordu,bir başka poliste kapının önünde arkadaşı gibi eli silahının üzerinde bekliyordu.
Birilerinemi benzettiler acaba? Örgüte katılmak için Doğubeyazıd’a gittiklerini Kek Omar’dan başkası bilmiyordu ki! Hem vazgeçmiş evlerine geri dönüyorlardı zaten.
Hiç bişey demeden yerlerinden kalkıp kapıya doğru yürümeye başladılar, herkes yemek yemeyi bırakmış şaşkınlıkla olup biteni anlamaya çalışıyorlardı.

Tesis’in ihtiyar sahibide…

İhtiyarın az önceki sertliğinden eser kalmamış, yaptığı kabalıktan pişman olmuş gibiydi,durduk yere iki teröristle başını belaya sokacaktı.

Dışarı çıkarıldıklarında yanlız olmadıklarını gördüler,arabalar dolusu polislerin arasında elleri arabalardan birine dayanmış halde soğukla karışık korku içinde tir tir titreyen bir genç daha vardı.

-Abi valla ben bişey yapmadım,beni niye tutukladınız? diyordu.iki kaçakta aynı gençin yanına getirilip ellerini havaya kaldırarak polis aracına dayandırıldılar.
Tesise mola vermek için yanaşmış bir kaç otobüs dolusu yolcu,tesis çalışanları ve özel araçları ile mola vermiş pek çok insan gecenin bir vakti dışarıdaki eksi 15 derece soğuğa aldırış etmeden toplanmış,üç tutuklu ergen çocuğu ve kahramanca davranışlar sergileyen polisleri izliyorlardı,karabalığın gazına gelmiş bazı polisler silahlarını çekmiş elleri tetikte çocuk teröristlere nişan almış vaziyette bekliyorlardı.

Üst araması ve kimlik kontrolü yapıldıktan sonra sürekli “abi valla ben bişey yapmadım” diyerek ağlayan 16 yaşındaki çocuğu serbest bıraktılar.
Aradıkları kişilerin isimleri vardı ellerinde, o isimlerde örgüt üzerinden avrupa’ya gitmek için evlerinden kaçan sonrada vazgeçip geri dönmekte olan bu iki arkadaşın isimleriydi ve biri tarafından ihbar edilmişlerdi.
Daha sonra elleri arkadan kelepçelenip minibüslerden birine bindirilerek Gemerek polis karakoluna götürüldüler.
Saat sabaha doğru 3:30 olmuştu.
Karakol komiseri çalan her telefonu “polis karakolu ” diyerek açıyor karşışındaki kendini tanıtınca hemen hazır ola geçiyor “ben komiser filan filan buyrun efendim” diye tekmil veriyor, alınan iki kişi hakkında rapor sunuyordu.

Büyük başların telefon trafiği bittikten sonra derin bir ohh çeken komiser tutsaklara dönerek

–  Lan olum sizi gebertsem yeridir başımı belaya sokacaksınız ,Vali bile aradı adamı bu saatte uyandırmışlar, Emniyet müdürü, il ilçe jandarma komutanları, kaymakam bütün Sivas ayaklanmış sizin yüzünüzden” dedi.
İki arkadaş kendilerini ihbar edenin aynı otobüste birlikte seyahat ettikleri başka bir polis olduğunu karakoldaki polislerin kendi aralarındaki konuşmalarından öğrenmişlerdi, ikisi de otobüste bir ara tartışırlarken adam konuşmaları dinlemiş muavinin yolcu listesinden bu iki ismi alarak eşkalleri ile birlikte ihbar etmişti.

Gemerek polis karakolunda doktor kontrolleri ve sorgulardan sonra sabah saat 8:00’de yine elleri arkadan kelepçeli halde bir devriye arabasına bindirilerek yola çıkarıldılar.
Sıkıştırılmış kelepçelerin bileklerinde hissettirdikleri derin acılar ile iki saatlik yolculuğun sonuna gelmişlerdi, onlara eşlik eden polisler yol boyunca sürekli “olum bizi mumla arayacaksınız,  sizi orada mahv edecekler” deyip durmuşlardı.

Getirildikleri yer 4 katlı “Sivas emniyet müdürlüğü” binası idi,en üst kata çıkarılarak bir kapının önünde durduruldular,eşlik eden iki polis  tutsaklardan daha endişeli görünüyorlardı, zile basarak kapının açılmasını beklediler, geçtikleri üç kattan daha güvenlikli, kapalı demir kapısı olan bu kat “Terör ile mücadele şubesi” idi.
Az sonra demir kapının üst kısmında küçük bir göz açıldı, takım elbiseli,arkaya taranmış gür saçları ve bıyık uçları aşağı doğru sarkık bir adam’ın yüzü görünüyordu,tutukluları getiren iki polisi geç getirdikleri ve gözlerini bağlamadıkları  için azarladıktan sonra kapıyı açtı.

İçeri aldıkları tutuklulara hakaretler yağdırarak  pantolon kemerinden ayakkabı bağcıklarına kadar çıkarmalarını emretti.Eşlik eden iki polisi de kovmaktan beter ederek kelepçelerini alıp çıkmalarını söyledi…

Sivas soğuğunun vurduğu koridor duvarlarına yüzleri dönük halde,biri hariç yüzlerini görmedikleri polislerin sert ve tehditkar davranışlarından sonlarının hiçte iyi olmayacağını anlayarak bekliyorlardı.Avuç içleri havada duvara yapışık gözleride bağlıydı.

Polislerden biri “kapat bacaklarını” diye bağırarak tüm kuvveti ile ayak yüksük kemiklerine tekmeyi vuruyor,aynı polis biraz aradan sonra yine yanlarına gelerek  bu defada “aç bacaklarını neden kapatıyorsun?” diyerek bir tekme daha yapıştırıyordu, bu hareketini defalarca tekrarlamıştı.

Sonra başka bir ses  yanlarından geçerken her defasında “az kaldı siz birazdan sorguda göreceksiniz gününüzü” diyerek tehditler savuruyor başlarınıda duvara vurmadan geçmiyordu.

ikiside hala aç ve uykusuzdular,kollarını havada tutamayacak kadar bitkin düşmüşlerdi,arada bir olan bir kaç dakikalık sessizlikleri fırsat bilip alınlarını duvara dayayarak uyukluyor en küçük ayak sesinden irkiliyorlardı.Birbirileri ile konuşmak kesinlikle yasaktı,zaten birbirilerini görmüyor yanyana bile durmuyorlardı, koridorun duvarlarına yüzleri sağlı sollu döndürülmüş  haldeydiler.

Koridorda telefon ile konuşan demir kapının açılan gözünde gördükleri yüzün sesi yankılandı,bu ses Mustafanın annesi ile konuşuyordu,kaba sesi ile onu hem azarlıyor,hemde tehdit ediyordu.

–  “Oğlun burada neden sahip çıkmıyorsun ona? “tutukladık onu,içeri tıkalımda aklınız başınıza gelsin” diyordu.

Mustafa annesi için üzülmüş,polisin konuşmalarına çok içerlenmişti,şimdi annesini daha çok özlüyordu,ilk defa onu ve kardeşlerini hayatın acımasızlığına terk edip kaçmanın daha büyük açımasızlık olduğunu anlamış yaptıklarından  pişmanlık  duymuştu.

Ama artık çok geçti çünkü polisler mahkemeye çıkarılacaklarını ve suçlarının 8 yıldan başladığını söylemişlerdi,belkide onları korkutmak için böyle söylüyorlardı.

Koridorda kendilerine doğru yürüyen iki çift ayak sesi duydular,bu sorgu vaktinin geldiğinin habercisi idi.

Polislerden biri İshak’ı biryöne götürürken diğeride Mustafayı ters yöne götürmeye başladılar.Mustafayı götüren polis onu önündeki  bir kapıya çarpmış sonrada “dikkat etsene lan” diyerek alaycı gülmüştü.

Şube’nin içinde sağlı sollu birkaç  köşeyi daha çarptırılarak döndükten sonra durdular,polis Mustafanın kolununu serbest bırakıp kilit ve iki demir sürgüden sonra gıcırdayan  bir kapı açtı Mustafayı içeri doğru ittirerek, “sakın ben kapıyı kapatmadan gözlerini açma ” dedikten sonra kapıyı kapatıp aynı kilidi  ve sürgüleri yeniden çekti. “Şimdi gözlerini açabilirsin orada usluca otur bekle” diyerek kapının ardından uzaklaştı.

Mustafa yüzünün yarısını örten keçeli benzeri bandı çıkarttı, biraz ferahlamıştı dört saat’ten sonra ilk defa ışık görüyordu, konulduğu yer çok dar bir alandı uzanmaya kalksa dizlerini karnına kadar çekmesi gerekirdi, ama tavanı neredeyse kendi boyunun üç katı kadar yüksekti, içeride tepede bir lamba ve yanyana iki kişinin oturabileceği kadar küçük bir sedirden başka bişey yoktu, duvarları boyasız beton, demir kapısıda dümdüzdü, yanlızca kapının demir çerçevesinin en üst köşesinde eğrilmiş bir çıkıntı vardı, kapının alt kısmı ise bir tabağın sığabileceği kadar aralıktı.

Mustafa meraklı gözlerle hücresinin her noktasını süzdükten sonra sedire oturdu, korkmuyordu ama sonlarının ne olacağını merak ediyordu,acaba hiç suçları olmadıkları halde polislerin dediği gibi en az sekiz yıl hapis yatacaklarmıydı?

Uykusuzluktan gözleri kapanıyordu ,hücrenin olduğu bölümde derin bir sessizlik hakimdi ne bir insan sesi nede dışardan gelen  bir arabanın korna sesi vardı,polislerin telsiz sesi bile duyulmuyordu, sanki ölmüş o daracık mezar’a konulmuştu.

Aniden arkadaşının çığlığı bozdu ölüm sessizliğini, duvarların ardından koridora oradanda hücrenin kapı aralığından içeri kadar giriyordu çığlık sesi, her ne olduysa belliki canı çok yanmıştı İshak’ın, ağlayarak “abi neolur..? abi neolur..? ” diye yalvarıyordu.

Bağırarak küfür ve hakaretler saydıran üç farklı sesde ishak’ın yakarışlarına karışıyor, kütürtü  patırtı sesleri ile bu bağrışma ve çığlıklar giderek dahada artıyordu.

Mustafa yerinden fırladı kapıya vurmak istedi, o hasta, kalbinde doğuştan olan bir delik var demek istiyordu.

Sonra sesler aniden kesildi , Mustafa sorgu bitti galiba diye geçirdi içinden. Biraz sonra hücre kapısının önünden hızla gidip gelen ayak sesleri duydu, telaşlı konuşmalardan “ambulans geldi”, “doktor”, “kalbi durdu”, “öldü” sözcükleri çıkıyordu.

Mustafa sedir’in üzerine düşüp kalmıştı ! İshakla birlikte yaşadıkları iyi kötü anıları canlandı gözlerinin önünde, ağladı arkadaşı için.

 

Sonra gözleri çakılmış kazık gibi duran kapı çerçevesindeki eğrilmiş demir çıkıntıya takıldı.

Babasına sövdü arkadaşının!

Kendi babasına da…

Onların yüzünden düşmüşlerdi bu hallere.

Annesi’ni düşündü, dahada çok özledi nasılda azarlamıştı zavallı annesini adi adam, şimdi ne haldedir kim bilir?

Parasızlıktan babasının atletini eskilerin arasından bulup vermişti annesi,

-En az sekiz sene diyorlar ! İshakta yok artık cezaevinde ona yoldaşlık edecek,

Soyunup üstünü ,çıkardı bedenine büyük gelen o atleti…

Artık hücresi kapkaranlık ve az önceki ölüm sessizliğine bürünmüştü yeniden, kendisini serbest bırakmak için gelen polisin ayak seslerini bile duymuyordu.

Hücre kapısını açan polis

Mustafayı boynuna bağladığı atletle eğrilmiş demir çıkıntıda asılı buldu.

İki arkadaş’ın cenazelerini amcaları ve dayıları gelip aldılar, Kayseri’ye götürülen cenazeler birbirine yakın köylerinde defnedildiler.

Murat Çankaya

Kıpraşan siyah tepecikler

 

Murat Çankaya öyküler kıpraşan siyah tepecikler

Tavandaki üç küçük lamba’nın yeterince aydınlatamadığı, eni dar ama boyuna biraz daha uzun, kocaman bir oda büyüklüğünde tek bölümden oluşan bir ibadethane idi Nerimanova Camii’si.

Tataristan’ın başkenti Kazan’da kenarda bir semt’te Camii’ ye adını verdiği Nerimanova’da bulunuyordu, kırmızı ince tuğlalar ile örülmüş duvarları ve karla kaplı çatısı ile sıradan bir yapı görünümünde idi dışarıdan bakıldığında, ancak çatısının en zirvesine dikilmiş küçük bir hilal ile ayırt edilebiliyordu Camii olduğu.

İş arkadaşım Çeçen Ruslan’ın teklifi ile gelmiştik bu Camii’ye akşam namazını eda etmek için.

Dün aynı saatte işyerimizin çatı katında kimsenin ruhu duymadan gizlice kıldığımız namaz’dan sonra ” Bu akşamıda elli metre ilerdeki Camii’de kılarız” demişti.Bende seve seve kabul etmiştim.

Ruslan Tataristan’da doğup büyümüş yermibir yaşında yakışıklı bir gençti.” Ben Çeçenim” diyordu kendisine.

Aslında günde beş vakit namaz kılan biri değildi ,hatta içki içen ,domuz salamı yiyen, gece hayatı olan, alemci hızlı yaşayan biriydi, ama müslümanlığınıda seviyordu.

Türkiye’den geldiğim için benimle sohbetlerine başlarken mutlaka İslam’dan yada Müslümanlıkla ilgili  konularla giriş yapardı.

Bir keresinde de Atatürk’ü sevmediğini onun hilafeti yıkan biri olduğunu söylemiş, ve sesini kısarak “Biz bu ruslarla cihad ediyoruz” diyede eklemişti.

Sonra birlikte vakti gelmiş akşam namazını kılmaya karar vermiş yanımıza Ruslan’ın en samimi olduğu arkadaşı Tatar Adar’ı da alarak iş yerimizin çatı katında namazımızı kılmıştık.

Müslüman bır ülkede neden gizlice namaz kıldığımıza anlam veremiyordum.

Ruslan “Kimse problem çıkarmaz ama görmeseler daha iyi olur” diyordu.Sanırım iş yeri yönetiminin kulağına gitmesinden korkuyordu.

Zaten kızların başları kapalı çalışmasıda yasaktı.

Büyük bir marketti burası; Rusya genelinde elli iki tane şubesi olan, uluslar arası zincir marketler gurubunun bir subesi…

Ben iki hafta önce üç aylık stajımı tamamladıktan sonra Moskova’dan altmışa yakın personeli olan Kazan’daki bu şubeye bölüm şefi olarak gönderilmiştim.

Moskova’dan daha iyi olacağını umarak gelmiştim bu şehire,çünkü tatarlarda Türk sayılırlardı,müslüman dılar  ruslara nazaran da daha sıcak kanlı ve hoşgörülü olduklarını duymuştum .

Müslüman olan bu halkı,ibadetlerini ve ibadethanelerini merak ediyor yerinde görmek istiyordum.

Yabancısı olduğum bu ülkede Ruslan’ın Camii’de namaz kılma teklifi beni heyecanlandırmış iş çıkışımıza denk gelen akşam namazı vaktini sabırsızlıkla beklemiştim, ve nihayet vakti gelmiş birlikte yola koyulmuştuk.

“İşte geldik Camii burası ” dedi Ruslan,sağ kolunu kaldırıp yan tarafimızda yarısına kadar kar’lara batmış binaya uzatarak,sonra aynı kolunun el işaret parmağı ile kulağını göstererek,

“Duyuyormusun Ezan sesini? tam vaktinde gelmişiz” dedi memnun olmuş bir yüz ifadesiyle.

Duymuyordum!! On metre yanı başımızdaki Camii’den ezan sesi gelmiyordu.

Başımı salladım hayır ! der bir ifadeyle,

“Dinle” dedi aynı hareketle kulağını tekrar işaret ederek.

Kulağımı kabartarak duymak için zorladım kendimi, içeriden çok uzaktanmış gibi uğultulu bir tonda “Hayyalal Salah”  “Hayyalal Salah” dendiğini duydum,sonra tekrar Ruslan’a dönerek ,

neden dışarıya okunmuyor? diye sordum,kaşlarını yukarı doğru oynattı ve yine sesini kısarak “yasak”  “rus’lar yasakladı” dedi.

Öfke duymuştum!  ama ruslara değil tatarlara öfkelenmiştim, neden böyle bir yasağa izin veriyorlardı? diye geçirdim içimden.

Avlu bile sayılmayacak, ön tarafı kısa duvarlarla çevrili demir kapısı olan küçük bir alanı geçtikten sonra, biraz genişce olan ahşap bir kapıdan Camii’nin içine girdik.

Artık hava tamamen kararmış ve çok seyrek dikilmiş sokak lambalarının hiçbiri önlerine denk gelmediği için sokağa bakan iki pencerede dışarıdan içeriye ışık verecek fonksionlarını kaybetmişlerdi.

Ezan’ı bitirmiş olan İran’lı molla; yaşları kırk beşi geçmeyen genç camaatine  vaaz vermeye başlamıştı bile.

Camii’den içeri adımımı attıktan sonra girişte sağda en arka köşeye sığınmış onbeş kadar kadın da fark etmiştim son anda, gözleri dahi görünmeyen peçeli, karaçarşaflı bu kadınlarda sıradan bir vakit namazını cemaatle Camii’de kılmak için mollla’nın vaazını bitirmesini bekliyorlardı.

Çok şaşırmıştım ! Çünkü Kazan cadde sokakların da değil peçeli kara çarşaflı kadın görmek ,normal başı kapalı  kadın dahi çok nadir görülürdü.

Peki ya kimdi bunlar? Nereden geliyorlardı? Hiç sokağa çıkmadan buradamı yaşıyorlardı? Böyle bişey mümkün değildi elbette.

Kendime sorduğum bu sorularla yürümeye devam ettmiş Camii’nin ortasına kadar gelmiştim,saf düzeninde  olmayan dağınık oturmuş cemaatin en arkasında Şii usulü ile namaz kılan yermi dokuz yaşlarında ki bir adamın yanına usulca durdum.İki rekat mescit namazı kılarak oturduğum yerden rusça vaaz veren İran’lı mollay’ı dinlemeye başladım .Söylediklerinden fazla bişey anlamıyordum,

üç aydır konuştuğum, rusların deyişiyle “çut çut” rusçam molla’yı yeterince anlamama yetmiyordu,ançak hadis okuduğunu okuduğu hadis’lere de yorum yaptığını anlamıştım.

Türkiye’den alışık olmadığım bu camii kültürü beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı.Bizdekinin aksine burada ki cemaatin çoğunluğu kırk yaş altı gençlerdi ve sıradan bir vakit namazında kadınlarda camii’de cemaat’le namaz kılıyordu.

Türkiye’de kadınları Ramazan ayında teravih namazlarında ya da Eyyüb Sultan gibi  türbe camii’lerde namaz kılarken görmeye alışıktım.Üstelik burası sıradan bir semt,bir mahalle camisiydi.

Meraklı gözler ile etrafıma bakınıyor,İran’lı molla’yı süzüyor,ama ençok merak ettiklerime beş adım arkamda oturan kadınlara dönüp bakamıyordum.Biraz utanıyor birazda camii ortamın da çok uygun olmayacak  böyle bir davranışımın yanlış anlaşılmasından çekiniyordum.Yabancı olduğum her halimden belliydi ve herkesin gözleride benim üzerimdeydi.Ama bana gizemli gelen bu peçeli,karaçarşaflı kadınları da anlamak istiyordum.

Cesaretimi topladım, ilk kez arkama dönüp göz ucuyla çabucak bakıp tekrar önüme döndüm. Zaten çokta aydınlık olmayan içeride üzerlerine duvarın gölgesi düşmüş kıpraşan siyah tepecikler gördüm sadece.

Sonra gülüşmelerini duydum kıpraşan siyah tepeciklerin,daha çok utanmıştım.

Erkek cemaat genç , galiba bunlarda genç kızlar diye düşündüm bir an,sonra hayır hayır Tataristan gibi ruslaşmış havalı bir ülkede hiç bir şey genç kızları peçeli kara çarşafın içine sokamaz, zaten okadar da dindar bir ülke değil burası diye geçti aklımdan .

Ruslan’ı hatırladım bir anda, o nerede acaba?Camii’ye girdiğimizden beri tek kelime konuşmamıştık,etrafıma bakındım arkamda sol tarafımda oturuyordu,gülümsedi ! Yanlız değilsin ben varım yabancı diyordu sanki.

Nihayet molla vaazını bitirmiş artık saflar halinde namaza durmuştuk,her iki tarafımda duran Şii müslümanların ortasında İran’lı mollanın imamlığında  Hanefi usulü ile akşam namazımı tamamlamıştım.

Gizemli kıpraşan tepecikler önde erkek cemaat arkada Yaratıcımıza olan bir borcumuzu daha ödemenin huzurlu ruh hali içinde camii’den yavaş yavaş dışarıya çıkmaya başlamıştık,

Ruslan önümden çıkmış hemen peşindende ben çıkmıştım dışarıya,  çıkışta solda yağmurdan korunmak için üzeri tente ile kapatılmış bölüme yöneldim, camii’ye girerken çıkardığım ayakkabılarımı giyinmek için.

Bir anda karşımda az önce kıldığım namazın hediyesi sandığım yaşları yermi, yermi beş arasında değişen manken edasında, gencecik huriler duruyordu, leopar kürk’lü, dar blue jean’lı kot ,hatta bazıları mini etek giymiş  bu huriler ;bol makyajlı, saçları da fönlüydüler .

Tentede asılı duran dış lambanın ışığı bile göğüs dekoltelerinin yaydığı parlaklığın yanında cılız kalıyor,kısa olmayan boylarının altındaki uzun topuklu çizmeleri ilede tentenin altına sığmıyorlardı.

Bir yandan üzerlerinden çıkardıkları peçeli kara çarşaflarını, avuçlarının içinde toplayarak küçük bir yumak haline getirip kol çantalarına yerleştiriyor ,öte yandan şaşakalan bu yabancıya bakıp küçük kahkahalarla gülüyorlardı.

Murat Çankaya